31 Aralık 2011

İmge Köprüsü

gece 12 civarı. sırtım televizyona dönük uykuyu beklemekteyim. tv’de: okan bayülgen. konukları; iktisatçılar, sosyolog, greenpeace elemanı ve bir de modacı abla. alışveriş geyiğindeler. – okan’dan geyik dışında bir beklentim kalmadı. – bu ara notumu duysa “benden ne beklentin olacak sokağa çık, hayat sokakta” der sanki, neyse. arkam dönük ama bir konuşmaya kulak kabarttım. reklam idi konu sanırım ve okan, kendisine gelen bir eleştiriyle ilgili bir şeyler anlatmaya başladı:
“kapitalizm kapitalizm diyorsunuz, ben de reklamlarda seslendirme falan yapıyorum diye sadece beni eleştiriyorsunuz. eleştirecek bir sürü insan var iken”
-gibi bir serzenişte bulunuyordu. ben şuna benzettim bu söylediklerini: eleştirilecek o kadar insan var iken, sen, seksi olmaya çalışan şarkıcıları eleştiriyorsun. ki, bahsettiğim programın bir gün öncesinde –kral çıplak!- konuk ettiği, bu dönemin ankara büyükşehir belediye başkanı melih gökçek’e :
“ankara’da televizyon açacağız, bir ekip kuracağım haberin olsun ağbeyy”
der gibiydi. neyse ben uykuya daldım bile...

İş bulmalıyım..

şöyle bir taksim yoluna çıktım öğlene doğru. her yerde yılbaşı telaşı. vitrinler, mekanlar 2012 süslemelerinde vs.. benim gözüm ise cama asılma ihtimali olan: “bizimle çalışmak ister misiniz, eleman aranıyor” yazılarında ama ; yok, tabii ki yok!.. taksimi, aralarını, altını-üstünü teptikten sonra rotayı bir umut karaköy, eminönü civarına çevirdim.

...

galata köprüsüne doğru ilerlerken gözüm ve algım artık insanlara takılmaya başlamıştı. etrafta olup bitene dikkat kesilme ihtiyacı hissetmiştim belki ve köprü de bunun için güzel bir yerdi. –galata köprüsünün özel bir yeri vardı bende ne de olsa. – eminönü’ne doğru yavaşça sallanarak köprüde ilerliyordum balık tutanlara bakarak. çok fazla insan vardı. neredeyse omuz omuza balık tutuyorlardı. ee! nasıl olmasın, deniz, balık kaynıyordu.

çocukluğumda elinde kocaman kapalı sepetle mahalleleri gezen amcadan lahmacun alırdım. kapağı açtığında üstü havlu ile özenle örtülmüş, sıcaklığını kendi arlarında muhafaza eden lahmacunlardan biri veya ikisini –tercihe göre- saman kağıda sarıp verirdi. işte ben de bu bilinçaltı ve özlemle köprü başında, motosiklet üzerindeki sepetiyle lahmacuncu amcaya istemsiz ilerledim. umurumda değildi hangi şartlarda yapıldığı. ne de güzeldi tadı. bir ısırık, bir ısırık daha, arada ağızdan alınan nefesle soğutma gerekliliği. amca, sanki içimi rahatlatmak için yanıma yaklaşıp:
“nasıl olmuş kardeşim? bu ucuzcular yok mu.. ah! kardeşim , bunlar bu piyasayı öldürdüler. bir liraya lahmacun mu olur ? içine ne koydukları belli değil..”
ağzımda, ete yakışan otlar ve baharatıyla bol malzemeli, kıymayı aratmayan lezzetteki lahmacunu yerken amcayı olumlamaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu ve keyfini çıkartıyordum çocukluğumun lezzetini..

galata köprüsü, beşiktaş karaköy istikametine veya aksi istikametteki araçların veya yayaların ulaşım fırsatından başka fırsatlar sunuyordu insanlara. balık tutan veya satış yapan insanların dışında orada olan her dört kişiden birinin elinde fotoğraf makinesi ve bunların da çoğunun ellerinde yarı-profesyonel makineler... her açıdan, yakaladığı her boşluktan bir şeyler sığdırmak istiyordu karesine. ah be! kardeşim, ne diye sınırlarsın gözlerini. nasıl derinlik vermeye çabalarsın nesnelleştirdiğin görüntüye. neyse çok anladığım şeyler değil bunlar, uzatmamamda fayda var.

biraz ileride köprünün ilk verandasına yaklaşıyorum –ben veranda demek istiyorum- köprünün altına inilen ilk merdivenler. denizi; ekrana, çerçeveye koyar bir görev üstlenen açıklıktan denize bakıyorum. İlk merdiven blokunun orada siyahi bir saatçi ile göz göze geliyorum. hani o çok sevdiğim “sevgilinin” benzettiği bir örnek geliyor aklıma: "şizofreni kediler". o, her şey benim üstüme, bana karşı geliyormuş gibi algılayan; tedirgin, tetikte ve her daim kaçar durumdaki huzursuz kediler. selam veriyorum samimi olmaya çalışıyorum bana öyle baktığını sezdiğimde. kim bilir belki aklından, hayalinden neler geçiyordu ve baktığında beni görmek istememişti... saatlerine bakıyor sürekli. belki de “ben olsam hangisini alırdım acaba” der gibi. ona göre düzenlemek istiyor yerlerini ya da düzenlediği halde gözden kaçırdığı bir şey var mı diye tekrar bakma ihtiyacı hissediyor.

nerden bileyim !

uzak doğulu kardeşlerimin fotoğraf takıntısı. nasıl da israf ediyorsunuz . bırak yahu her şeyi de hatırlamak, unutmamak zorunda değilsin.

köprünün sonuna, eminönü kıyısına yaklaştığımda arkamda konuşan iki adama tutuluyorum:
“hergün balık yesek ne olur ki, ölmeyiz ya hah! her gün yesek ne olur”

muhtemelen, balık tutanların “rast gele-si” bereketli olduğundan sohbet –beyin fırtınası- başı şöyleydi:
“ooo! balıklara bak. oh! bedava ekmek. napsak lan mümtaz biz de balıkla mı beslensek. Yemeğe de parayı verdik miydi gene aç kalıyoruz(!) her gün balık yesek ne olur oğlum !”

...

şu meşhur tarihi balıkçı sandallarının karşısında biraz durup bakınıyorum. akşamın ve karanlığın istilası ve hareketsizliğin getirdiği üşüme hissinde, köprünün hemen altındaki sıcak olduğunu tahmin ettiğim “galata resim ve el sanatları sergisi “ne –sanırım böyle bir şey- giriyorum. hazır girmişken de etrafa, resimlere bakınmak iyi geliyor. ve anlıyorum ki ;

 fotoğraf, resim kadar gerçek olamaz.





Hiç yorum yok: