Retorik Monolog
13 Mart 2013
Piç Yansımalar #2
özneyi nesneleştiren, "ben"i şeyleştiren çoğul ekinin ihanetine "ben"in "biz" halinden
savaş açmanın samimiyetsizliği... bu cümlede dahi bizden bahsetme bilinci ihanet etme
eğiliminde. savaşı çoğul ekine açmaktan başka çaresi kalmamıştır bireyin artık. çoğul eki almış
her birinci, ikinci ve üçüncü tekil şahıs: -ler, -lar hal(ler)iyle kaynaşma ve ortaklaşmada ilkel -tekil- haline çelişmesinden ileriye gidemeyecektir. bireye set kuran eklenmenin vicdan muhasebesi
gelir-gider hesabının beklentisine girme çabasındadır.
ontolojik bir yaklaşımda vicdanlar kategoriyel bir düzene karşı çıkışı temsil ederse -halklar-, hümanizm temelli
bir düşünce barındıramaz. ya da suçlamanın karşıtı temize çıkmayı, masuma, haklıya, mağdura bürünmeyi ispatlamaz.
bunun adı 'hükme oynama' fırsatıdır politik kimliklerde. kişileri, kitleyi temsili iktidardan bahsediyorum elbette.
sembolün, kültürün, devletin önünde-arkasında veya yanında konuşmak;
madde mi manayı? mana mı maddeyi doğurdu ? paradoksunun sebebi olacaktır sadece.
bireydeki; öğretilmeyen, a-priori sağduyu: saf haliyle vicdanı somutlaştırma, gerçeğe dayandırma, kitle üzerinden tanımlaştırmak bilince ihanettir. tekil öznelerin acizliğine propagandadır. sağduyu, çoğul eki almış bir toplum -insanlar- evriminde -ayrımında- içselleştirilemez. bireye tecavüzdür.
Bu coğrafyada da tarafların fanatikleri vicdanlarının arkasına bayraklarını çektikçe,
tartışmaları, karşılıklı mastürbasyon yapma tatminliğinden ve sapkınlığından farklı bir şey olmayacak. sırasını bekleyen, sıra geldiğinde konuşan politikacıların çıkışlarında orgazm taklidi yapan bireylerden de ayrıca midem bulanmakta. sosyal ağlarda da bunlardan sürüsüyle var. hassasiyet teşhirinde taraf olma sırasıyla devam etmekte.
13 Şubat 2013
...Ruhumu Asla !
Yeni dünya müziğinde elektronik havanın, yapay müziğin, ritimlerini bilgisayarın şekillendirdiği, tüm müzik aletlerinin çıkardığı notaları içine alan, istinasız mükemmel bir şekilde taklidini yapan, taklidiyle yetinmeyip üstüne de komalarıyla birlikte yeni şeyler üretebilen “kutu” müziğinin tartışması hala sürüyor bazı taraflarda. Bu çağın vazgeçilmezi “hızlı tüketim” zincirinin bir halkası gibi anlık değerlerde yerini buluyor en azından. Eleştirilere de takılsa, ticari kaygıdaki yetememezliğin açığı en azından bilgisayar desteğiyle de bir güzel kapatılıyor. Riflerin ve geçişlerin yetmediği yerde, sözlerin lirikleşemediği, yaratıcılığın açlığını elektronik yapı çok da güzel süslüyor, basitliğini perdeliyor (saf bir basitlik değil sözünü ettiğim). Birçok müzik tarzı bununla birlikte “besleniyor, değişime uğruyor ve renk katıyor” cümleleriyle bilgisayar desteğini kabul eder durumda. Popülerliği ve kolaylığıyla da elektronik müzik inşası kendi özel alanında görünürlüğünü ve biçimini kazanıyor haliyle.
“Tarih tekerrürden ibarettir” derler. Referans alınan
geçmiş deneyimler ve örnekler, yenide değişen şeylerin arkaplanı gibidir. İşte
60’lı yıllarda rock müzik için de
eleştiriler ve sorular vardı. “Rock müzik bir sanat mıdır?” sorusu
küçümser usluplarda bilir kişilere (gelenekçilere, etnik müzik icra edenlere,
elitlere, salon müziği ve klasik müzik tutkunlarına) soruluyordu. Devamında
“rock müzik kültür müdür?” sorusu şekillendiriliyordu. Protest tavrı, gerçeği ve
melankoliyi dışa vuran bu müzik bir çok çevreyi rahatsız ediyordu tabii.
Nereden bakarsan bak bir ruhu ve karakteri olduğu kesindi rock müziğinin.
Fakat bu tartışmaların; rock müziğinin yerini bulması ve
inşasının elektronik müzik ile bağdaşacak ya da benzer paralellikte gidecek bir
yanı yoktur. Elektronik müzik karakteri olmayan, aslında karakterler üzerine taklidi yapılmaya
çalışılan bir “şey”dir zannımca. Elektronik oluşum o eski-yeni fantastik hikâyelerdeki,
filmlerdeki hatta cizgi filmlerdeki “senin güçlerini kendime alıyorum, ha ha
ha…” sekansı bana gerçek gibi gelmiyor. Haz da almıyorum lan zaten! He! Bazen güzel
mi? –Evet, güzel..-Bazen oluyor… Ama
benim gibi rock müptezeline gelmez bu işler… Biz hala üzgün, hala çok kızgınız
bebeğim. Ben gitar riflerini, ritimlerini duyacağım, inişleri çıkışları ahengi
bulacağım.. baterinin coşkunluğunu, her şeyi önemsizleştirdiğini,kırıp
döktüğünü göreceğim.. vokalin çaresizliğini-öfkesini hissedeceğim.. Sen dersen ki tüm sesleri içime alıyorum,
hepsi benim belleğimde.. ben de sana o zaman türk filmlerindeki efsane repliği
söylerim “bedenimi alabilirsin ama ruhumu asla” Her ambiyansı yaratırmış bu
elektronik müzik.. Eğilimliymiş!.. Müziğin orospusu hadi ordan! Ruhun nerede
senin…
Yine de tüm eleştirilere rağmen elektronik müzik yerini bulacak, taraftarı ve seveniyle yoluna
devam edecektir tabiiki. Bundan şüphem yok. Kendi içinde de değişecek:
tarzlarını yaratacaktır (ki hali hazırda bunu hemen yapmaya başlamıştır yapısı
gereği: ne de olsa beslendiği, taklit ettiği “müzik”tir. Bunu da paradoks
haline getiren, sanrılaştıran, elektronik yapının iğrenç gizemidir).
Neyse…
Asıl mesele bu değildi zaten. Küçük bir şey paylaşacaktım
sizlerle..
Tamam.. uzatmıyorum daha fazla..
Gelgelelim uzun zamandır yeni dinlediğim parçalar arasında
beni bu kadar heyecanlandıran çıkmamıştı. Bir rock sever olarak eskilere
gitmeyi, keşfetmeyi-öğrenmeyi (yeniye olan umutsuzluktan) deniyordum son
yıllarda. Bir şarkıyla karşılaştım ve güzel geldi. Hem de bu zamanda, bu
kuşaktan… Eskilere, 60’ların 70’lerin ingiliz, amerikan rock gruplarına selamları
çakmışlar.
Hepsi bu!
31 Aralık 2011
İmge Köprüsü
gece 12 civarı. sırtım televizyona dönük uykuyu beklemekteyim. tv’de: okan bayülgen. konukları; iktisatçılar, sosyolog, greenpeace elemanı ve bir de modacı abla. alışveriş geyiğindeler. – okan’dan geyik dışında bir beklentim kalmadı. – bu ara notumu duysa “benden ne beklentin olacak sokağa çık, hayat sokakta” der sanki, neyse. arkam dönük ama bir konuşmaya kulak kabarttım. reklam idi konu sanırım ve okan, kendisine gelen bir eleştiriyle ilgili bir şeyler anlatmaya başladı:
İş bulmalıyım..
şöyle bir taksim yoluna çıktım öğlene doğru. her yerde yılbaşı telaşı. vitrinler, mekanlar 2012 süslemelerinde vs.. benim gözüm ise cama asılma ihtimali olan: “bizimle çalışmak ister misiniz, eleman aranıyor” yazılarında ama ; yok, tabii ki yok!.. taksimi, aralarını, altını-üstünü teptikten sonra rotayı bir umut karaköy, eminönü civarına çevirdim.
...
galata köprüsüne doğru ilerlerken gözüm ve algım artık insanlara takılmaya başlamıştı. etrafta olup bitene dikkat kesilme ihtiyacı hissetmiştim belki ve köprü de bunun için güzel bir yerdi. –galata köprüsünün özel bir yeri vardı bende ne de olsa. – eminönü’ne doğru yavaşça sallanarak köprüde ilerliyordum balık tutanlara bakarak. çok fazla insan vardı. neredeyse omuz omuza balık tutuyorlardı. ee! nasıl olmasın, deniz, balık kaynıyordu.
çocukluğumda elinde kocaman kapalı sepetle mahalleleri gezen amcadan lahmacun alırdım. kapağı açtığında üstü havlu ile özenle örtülmüş, sıcaklığını kendi arlarında muhafaza eden lahmacunlardan biri veya ikisini –tercihe göre- saman kağıda sarıp verirdi. işte ben de bu bilinçaltı ve özlemle köprü başında, motosiklet üzerindeki sepetiyle lahmacuncu amcaya istemsiz ilerledim. umurumda değildi hangi şartlarda yapıldığı. ne de güzeldi tadı. bir ısırık, bir ısırık daha, arada ağızdan alınan nefesle soğutma gerekliliği. amca, sanki içimi rahatlatmak için yanıma yaklaşıp:
galata köprüsü, beşiktaş karaköy istikametine veya aksi istikametteki araçların veya yayaların ulaşım fırsatından başka fırsatlar sunuyordu insanlara. balık tutan veya satış yapan insanların dışında orada olan her dört kişiden birinin elinde fotoğraf makinesi ve bunların da çoğunun ellerinde yarı-profesyonel makineler... her açıdan, yakaladığı her boşluktan bir şeyler sığdırmak istiyordu karesine. ah be! kardeşim, ne diye sınırlarsın gözlerini. nasıl derinlik vermeye çabalarsın nesnelleştirdiğin görüntüye. neyse çok anladığım şeyler değil bunlar, uzatmamamda fayda var.
biraz ileride köprünün ilk verandasına yaklaşıyorum –ben veranda demek istiyorum- köprünün altına inilen ilk merdivenler. denizi; ekrana, çerçeveye koyar bir görev üstlenen açıklıktan denize bakıyorum. İlk merdiven blokunun orada siyahi bir saatçi ile göz göze geliyorum. hani o çok sevdiğim “sevgilinin” benzettiği bir örnek geliyor aklıma: "şizofreni kediler". o, her şey benim üstüme, bana karşı geliyormuş gibi algılayan; tedirgin, tetikte ve her daim kaçar durumdaki huzursuz kediler. selam veriyorum samimi olmaya çalışıyorum bana öyle baktığını sezdiğimde. kim bilir belki aklından, hayalinden neler geçiyordu ve baktığında beni görmek istememişti... saatlerine bakıyor sürekli. belki de “ben olsam hangisini alırdım acaba” der gibi. ona göre düzenlemek istiyor yerlerini ya da düzenlediği halde gözden kaçırdığı bir şey var mı diye tekrar bakma ihtiyacı hissediyor.
nerden bileyim !
uzak doğulu kardeşlerimin fotoğraf takıntısı. nasıl da israf ediyorsunuz . bırak yahu her şeyi de hatırlamak, unutmamak zorunda değilsin.
köprünün sonuna, eminönü kıyısına yaklaştığımda arkamda konuşan iki adama tutuluyorum:
muhtemelen, balık tutanların “rast gele-si” bereketli olduğundan sohbet –beyin fırtınası- başı şöyleydi:
“ooo! balıklara bak. oh! bedava ekmek. napsak lan mümtaz biz de balıkla mı beslensek. Yemeğe de parayı verdik miydi gene aç kalıyoruz(!) her gün balık yesek ne olur oğlum !”
...
şu meşhur tarihi balıkçı sandallarının karşısında biraz durup bakınıyorum. akşamın ve karanlığın istilası ve hareketsizliğin getirdiği üşüme hissinde, köprünün hemen altındaki sıcak olduğunu tahmin ettiğim “galata resim ve el sanatları sergisi “ne –sanırım böyle bir şey- giriyorum. hazır girmişken de etrafa, resimlere bakınmak iyi geliyor. ve anlıyorum ki ;
fotoğraf, resim kadar gerçek olamaz.
“kapitalizm kapitalizm diyorsunuz, ben de reklamlarda seslendirme falan yapıyorum diye sadece beni eleştiriyorsunuz. eleştirecek bir sürü insan var iken”-gibi bir serzenişte bulunuyordu. ben şuna benzettim bu söylediklerini: eleştirilecek o kadar insan var iken, sen, seksi olmaya çalışan şarkıcıları eleştiriyorsun. ki, bahsettiğim programın bir gün öncesinde –kral çıplak!- konuk ettiği, bu dönemin ankara büyükşehir belediye başkanı melih gökçek’e :
“ankara’da televizyon açacağız, bir ekip kuracağım haberin olsun ağbeyy”der gibiydi. neyse ben uykuya daldım bile...
İş bulmalıyım..
şöyle bir taksim yoluna çıktım öğlene doğru. her yerde yılbaşı telaşı. vitrinler, mekanlar 2012 süslemelerinde vs.. benim gözüm ise cama asılma ihtimali olan: “bizimle çalışmak ister misiniz, eleman aranıyor” yazılarında ama ; yok, tabii ki yok!.. taksimi, aralarını, altını-üstünü teptikten sonra rotayı bir umut karaköy, eminönü civarına çevirdim.
...
galata köprüsüne doğru ilerlerken gözüm ve algım artık insanlara takılmaya başlamıştı. etrafta olup bitene dikkat kesilme ihtiyacı hissetmiştim belki ve köprü de bunun için güzel bir yerdi. –galata köprüsünün özel bir yeri vardı bende ne de olsa. – eminönü’ne doğru yavaşça sallanarak köprüde ilerliyordum balık tutanlara bakarak. çok fazla insan vardı. neredeyse omuz omuza balık tutuyorlardı. ee! nasıl olmasın, deniz, balık kaynıyordu.
çocukluğumda elinde kocaman kapalı sepetle mahalleleri gezen amcadan lahmacun alırdım. kapağı açtığında üstü havlu ile özenle örtülmüş, sıcaklığını kendi arlarında muhafaza eden lahmacunlardan biri veya ikisini –tercihe göre- saman kağıda sarıp verirdi. işte ben de bu bilinçaltı ve özlemle köprü başında, motosiklet üzerindeki sepetiyle lahmacuncu amcaya istemsiz ilerledim. umurumda değildi hangi şartlarda yapıldığı. ne de güzeldi tadı. bir ısırık, bir ısırık daha, arada ağızdan alınan nefesle soğutma gerekliliği. amca, sanki içimi rahatlatmak için yanıma yaklaşıp:
“nasıl olmuş kardeşim? bu ucuzcular yok mu.. ah! kardeşim , bunlar bu piyasayı öldürdüler. bir liraya lahmacun mu olur ? içine ne koydukları belli değil..”ağzımda, ete yakışan otlar ve baharatıyla bol malzemeli, kıymayı aratmayan lezzetteki lahmacunu yerken amcayı olumlamaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu ve keyfini çıkartıyordum çocukluğumun lezzetini..
galata köprüsü, beşiktaş karaköy istikametine veya aksi istikametteki araçların veya yayaların ulaşım fırsatından başka fırsatlar sunuyordu insanlara. balık tutan veya satış yapan insanların dışında orada olan her dört kişiden birinin elinde fotoğraf makinesi ve bunların da çoğunun ellerinde yarı-profesyonel makineler... her açıdan, yakaladığı her boşluktan bir şeyler sığdırmak istiyordu karesine. ah be! kardeşim, ne diye sınırlarsın gözlerini. nasıl derinlik vermeye çabalarsın nesnelleştirdiğin görüntüye. neyse çok anladığım şeyler değil bunlar, uzatmamamda fayda var.
biraz ileride köprünün ilk verandasına yaklaşıyorum –ben veranda demek istiyorum- köprünün altına inilen ilk merdivenler. denizi; ekrana, çerçeveye koyar bir görev üstlenen açıklıktan denize bakıyorum. İlk merdiven blokunun orada siyahi bir saatçi ile göz göze geliyorum. hani o çok sevdiğim “sevgilinin” benzettiği bir örnek geliyor aklıma: "şizofreni kediler". o, her şey benim üstüme, bana karşı geliyormuş gibi algılayan; tedirgin, tetikte ve her daim kaçar durumdaki huzursuz kediler. selam veriyorum samimi olmaya çalışıyorum bana öyle baktığını sezdiğimde. kim bilir belki aklından, hayalinden neler geçiyordu ve baktığında beni görmek istememişti... saatlerine bakıyor sürekli. belki de “ben olsam hangisini alırdım acaba” der gibi. ona göre düzenlemek istiyor yerlerini ya da düzenlediği halde gözden kaçırdığı bir şey var mı diye tekrar bakma ihtiyacı hissediyor.
nerden bileyim !
uzak doğulu kardeşlerimin fotoğraf takıntısı. nasıl da israf ediyorsunuz . bırak yahu her şeyi de hatırlamak, unutmamak zorunda değilsin.
köprünün sonuna, eminönü kıyısına yaklaştığımda arkamda konuşan iki adama tutuluyorum:
“hergün balık yesek ne olur ki, ölmeyiz ya hah! her gün yesek ne olur”
muhtemelen, balık tutanların “rast gele-si” bereketli olduğundan sohbet –beyin fırtınası- başı şöyleydi:
“ooo! balıklara bak. oh! bedava ekmek. napsak lan mümtaz biz de balıkla mı beslensek. Yemeğe de parayı verdik miydi gene aç kalıyoruz(!) her gün balık yesek ne olur oğlum !”
...
şu meşhur tarihi balıkçı sandallarının karşısında biraz durup bakınıyorum. akşamın ve karanlığın istilası ve hareketsizliğin getirdiği üşüme hissinde, köprünün hemen altındaki sıcak olduğunu tahmin ettiğim “galata resim ve el sanatları sergisi “ne –sanırım böyle bir şey- giriyorum. hazır girmişken de etrafa, resimlere bakınmak iyi geliyor. ve anlıyorum ki ;
fotoğraf, resim kadar gerçek olamaz.
12 Mayıs 2010
Piç Yansımalar #1
* herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde matematiksel izahatle sabitlenmek istemiyorum. varlığımı, sıfırın, virgülden sonraki sayısal hareketlerinde göremiyorum. hele ki gayreti içinde olunan, virgüle yaklaşma hevesinde atlamaya çalışılan basamakları kabullenemiyorum. ben, oynanılan bu zeka oyununu sevmiyorum. iş sığırları! homo economicus, hümanist yamyamlar.
* gündüze ait olmayan karanlığım; akşam düşüyor sona yaklaşıyorsun.gece, az sonra rüzgarıyla alıp seni götürecek. madem öyle bir simyacı edasıyla bulandıralım suyu. anason koksun. o şarkının da dediği gibi: "akşam oldu hüzünlendim ben yine" Geceye ait ol(a)mayan gölgem...
* "Hepinizi seviyorum ve anlamlandırmaya çalışıyorum. Bu lütfum sizi tahrik etmeye; şah damarınız yanlış denize dökülmeye devam edecekse eğer: onu keseceğim" diye haykırarak; aniden yerinden fırladı "Amok Koşucusu". Uçurumun kenarına geldiğinde içindeki sessiz kalabalığına bakarak, umutla fısıldadı : “Onurunuzla ölün!”
11 Mayıs 2010
Yeşilçam Sokağı (Vosvos)
bir cumartesi sabahı, mayıs ayına bir hafta kalmış. sabah 11-12 suları. taksimdeyim. kendime bile haber vermeden çıkmışım evden. halimden belli. taksime kadar nasıl geldigimden bile haberim yok. sanırım hiç konuşmamışım kendimle. taa ki, istiklal'e adım atıp etrafımı görmeye başladığım ana kadar.
bahar, geldiğinin ilanını çoktan yapmış yavaş yavaş kuruluyor şehre. öğrenci ya da bekar evine gelen anne gibi düzenliyor her yeri. hava sıcak. güneş, gözlerimin içine bakıyor: "hadi toparlan ben geldim, ne olmuş sana böyle" der gibi. insanlar montolarını evde bırakmış, benim neden haberim yok diyorum. kimse bana haber vermemiş. bu şaşkınlık ve kendime olan hayıflanmamın yanında sinsi bir neşe ve sevinçle de etrafa bakmaya devam ediyorum. istiklal caddesi'nin üst paralelinde olan sokaklardan bir tanesine doğru ilerliyorum. "yeşilçam sokağı" diye anılan bir yer. yaklaşık 30 metre uzunluğunda dar bir sokak. sokak, sonuna doğru çıkmaz görünümlü, köşesinde bir kahvehane. kahveye 5 metre yakınlıkta bir cafeye oturuyorum. sabah saati olması nedeniyle cafe boş, dışarıya atılan masalar da öyle. sadece bir masanın sandalyesinde bir kedi geniş zaman eki almış vaziyette uyuyor. ben de istiklal'e inen arayı karşıma alan masaya oturuyorum. cafeye bakan çocuktan bir bira istiyorum. herzamanki gibi mecburi olan "çerez ister misin?"sorusuna, yine ben de herzamanki gibi sigaramı gösterip yüzümde oluşan manasız bir gülümsemeyle olumsuz yanıt veriyorum.
bilen bilir bu sokağı ve kahveyi. adından da tahmin edebileceğiniz gibi; eski türk filmlerinin emektar karakterleri bu sokakta olur, köşedeki kahvede. tanırsınız onları; bazen cüneyt arkın'dan dayak yerler, bazen kemal sunal'ın tokatını. dönemin mafya filmlerinde kadir inanır'ın sert bakışlarına manasız bir bakış atarlar, -ki çoğu zaman daha bakamadan savrulurlar atmosferde. bazen de arka planda eşlik ederler hüzünlü sahnelere. verilen duyguya çoğul eki olur-lar. ve daha birçoğu..
tüm bu kendimi kaybetmişliğimde, anlık yaşadıklarımda, hissetiklerimde, bunlar aklımdan geçerken, o sabah, sıcakta o montla, o cafede sabahın onbiri, birayla, o sokakta, taksimde ne yapıyordum..
ben, istiklal'e inen aradan aşşağı ve yeşilçam sokağına bakınarak, o cafede, gelemeyeceğini bildiğim halde, belki gelir her an diye; -seni bekliyordum.
bir cumartesi sabahı, mayıs ayına bir hafta kala..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)