11 Mayıs 2010

Yeşilçam Sokağı (Vosvos)






bir cumartesi sabahı, mayıs ayına bir hafta kalmış. sabah 11-12 suları. taksimdeyim. kendime bile haber vermeden çıkmışım evden. halimden belli. taksime kadar nasıl geldigimden bile haberim yok. sanırım hiç konuşmamışım kendimle. taa ki, istiklal'e adım atıp etrafımı görmeye başladığım ana kadar.


bahar, geldiğinin ilanını çoktan yapmış yavaş yavaş kuruluyor şehre. öğrenci ya da bekar evine gelen anne gibi düzenliyor her yeri. hava sıcak. güneş, gözlerimin içine bakıyor: "hadi toparlan ben geldim, ne olmuş sana böyle" der gibi. insanlar montolarını evde bırakmış, benim neden haberim yok diyorum. kimse bana haber vermemiş. bu şaşkınlık ve kendime olan hayıflanmamın yanında sinsi bir neşe ve sevinçle de etrafa bakmaya devam ediyorum. istiklal caddesi'nin üst paralelinde olan sokaklardan bir tanesine doğru ilerliyorum. "yeşilçam sokağı" diye anılan bir yer. yaklaşık 30 metre uzunluğunda dar bir sokak. sokak, sonuna doğru çıkmaz görünümlü, köşesinde bir kahvehane. kahveye 5 metre yakınlıkta bir cafeye oturuyorum. sabah saati olması nedeniyle cafe boş, dışarıya atılan masalar da öyle. sadece bir masanın sandalyesinde bir kedi geniş zaman eki almış vaziyette uyuyor. ben de istiklal'e inen arayı karşıma alan masaya oturuyorum. cafeye bakan çocuktan bir bira istiyorum. herzamanki gibi mecburi olan "çerez ister misin?"sorusuna, yine ben de herzamanki gibi sigaramı gösterip yüzümde oluşan manasız bir gülümsemeyle olumsuz yanıt veriyorum.
bilen bilir bu sokağı ve kahveyi. adından da tahmin edebileceğiniz gibi; eski türk filmlerinin emektar karakterleri bu sokakta olur, köşedeki kahvede. tanırsınız onları; bazen cüneyt arkın'dan dayak yerler, bazen kemal sunal'ın tokatını. dönemin mafya filmlerinde kadir inanır'ın sert bakışlarına manasız bir bakış atarlar, -ki çoğu zaman daha bakamadan savrulurlar atmosferde. bazen de arka planda eşlik ederler hüzünlü sahnelere. verilen duyguya çoğul eki olur-lar. ve daha birçoğu..

otuz, belki de daha fazla yıl öncesinin yeşilçam filmlerindeki o bildiğimiz karakterlerin üstüne eklenen yıllar hiçbir şeyi değiştirmemiş gibi geliyor ve ilk görüşte tanıyorsunuz. sanki ben hiç değişmemişim gibi geliyor onlara baktığımda. hiçbir şeyim değilmişler, hiçbir kan bağım, hiçbir hukukumun olmadığı safi bir sahiplenme duygusuyla baktığım içindir belki de üzerinden geçen yılların onları değiştiremediğine inanışım. bir o kadar da hayatımın her döneminde onlarla olmuşum gibi, yakınmışız gibi. yüzleri kazınmış zihnime ve öylece kalmışlar.değişmemişler mi? evet, değişmişler tabii. kiminin göbeği çıkmış kocaman, kimi küçülmüş, saçları aklar içinde, kiminin yüzü kırışıklıklarla dolu...

yalnızlıklarını ceketlerindeki kırışıklıklarda görebiliyorsunuz. herşeye rağmen hala çok şık bir şekilde sokakta yürüyorlar. belki de yetmişli yıllarda aldıkları veya kaliteli kumaşlarla diktirdikleri kıyafetleri hala giyerek birşeyleri protesto ediyorlar, ya da benim bilemediğim eski istanbul'u özlüyorlar. bilemiyorum. her ne kadar kırışsa da, eskise de, üstlerindeki o janti kıyafetler, yalnızlığın bir özeni gibi dalgalanıyor. yetmişli yılların kıyafetleri artık üstlerinde kostümleşmiş bir şekilde, rolsüz, herkese inat, o sokakta sahne almaya devam ediyorlar.

biri telefonuyla konuşuyor tam önümde: "nerdesin? sokaktayım ben. gelmiyor musun?" diyor. sanki evdeyim der gibi. misafir hissediyorum orada kendimi onu duyunca. belki biraz da yüzsüz gibi hissediyorum. hani, münir özkul - adile naşit'in aile filmlerinde küçük çocuğu oynayan; ayşen guruda'ya "çok çirkinsin be" diyip gülen; hababam sınıfı serisinde mahmut hoca'nın bahçede cezalandırdığı tayfaya gülen çocuk var ya: işte ona sokaktan geçen iki genç "güdük" diye seslenerek gülüyorlar gevşek gevşek. tüketmeye alışmış, bize sunulanı kendisinin gibi algılayıp pervasızca daha fazla ne kadar tüketebilirim diye düşünen ve utanmadan bunu yapanlara elimdeki bira bardağını fırlatmak istiyorum bir an (o güdük değil lan bikereee). oysa o olayın az öncesinde; aklıma kazınmış filmlerde gülen o çocukla göz göze gelip, sanki o beni tanıyormuşcasına yüzüme gülümsemeyle bakan o çocuktan gözlerimi kaçırmıştım. sırf rahatsız olmasın diye, size bakıp gülen, tüketen saygısızlık yapan biri değilim diye gözlerimi kaçırmıştım. başımı sallayıp bir selam bile verememiştim gözlerine bakıp. zaten o sabah neyi doğru yapıyordum ki...

tüm bu kendimi kaybetmişliğimde, anlık yaşadıklarımda, hissetiklerimde, bunlar aklımdan geçerken, o sabah, sıcakta o montla, o cafede sabahın onbiri, birayla, o sokakta, taksimde ne yapıyordum..
ben, istiklal'e inen aradan aşşağı ve yeşilçam sokağına bakınarak, o cafede, gelemeyeceğini bildiğim halde, belki gelir her an diye; -seni bekliyordum.
bir cumartesi sabahı, mayıs ayına bir hafta kala..

Hiç yorum yok: